Günümüzde futbol, içerisinde barındırdığı karakterlerle tam anlamıyla dev bir mozaik. Futbolcular, teknik direktörler, yöneticiler, basın mensupları, taraftarlar... Hepsi direkt olarak bu oyunun bir parçası. Bir de bu oyunun arka planında yer alan bazı gizli kahramanlar, bütün bunların bize ulaşmasını sağlayanlar var. İşte İlker Uğur da onlardan biri. Ekran önünde çok fazla görme şansımız olmasa da kendisi spor basınının oldukça içinde, hatta belki de tam ortasında bulunuyor. Uzun bir süredir Türkiye Futbol Federasyonu’nda çalışan, son iki senedir de UEFA tarafından Medya Sorumlusu olarak Benfica'nın iç saha maçlarına atanan İlker Uğur'la Lizbon'da, Benfica-Braga maçı öncesinde buluştum. Türk spor basını hakkında ne düşünüyor? Türkiye neden EURO 2016'yı alamadı? Hangi blogları takip ediyor? Neden Alex Ferguson'un tercümanlığını yaptı? İşte bu soruların cevapları da bu röportajda ortaya çıktı...
Yaklaşık yedi senedir Türkiye Futbol Federasyonu’nda, iki senedir de UEFA'da medya sorumlusu olarak çalışıyorsunuz. Ancak görsel medyada fazla yer almadığınız için sizin hakkınızda fikir sahibi olmayan kişiler olabilir. İlker Uğur, okuyucularımız için İlker Uğur'u özetleyebilir mi? Her şey nasıl başladı ve UEFA'da çalışmaya kadar geldi?
İnsan hayatı aslında tamamen tesadüflere bağlı. Buna çok inanıyorum ben. Bir noktaya kadar plan yapıyorsun ama ne kadar çalışırsan, ne kadar doğru zamanda doğru yerde olursan, ne kadar tanıştığın doğru insanlarla doğru bir iletişim kurarsan şans da o ölçüde senin yanında oluyor. Ha benim için hikaye nerede başladı; Bilgi Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde okurken, üçüncü sınıfta İletişim Yayınları'nda staj yapma imkanı buldum. Benden memnun kaldılar ve part-time devam ettim. Orada çalıştığım editörlerden bir tanesi de Bağış Erten'di. Okul bitince tam zamanlı çalışmaya geçme durumum oldu ancak tam istediğim şartlar oluşmayınca ben de ayrıldım ve iş bakmaya başladım. O sıralar, EURO 2004 sonrası, Levent Bıçakcı, Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığına seçildi. Levent Bıçakcı bir gün Zeki Çol ve Bağış Erten’i arayıp yeni bir federasyon dergisi çıkartmak istediğini ve iyi bir internet sitesi kurmak istediğini söylemiş. Kısacası federasyonun medya ilişkilerini iyileştirmek istemiş. Bağış Erten de beni aradı, TamSaha dergisinin kurulma aşamasında olduğunu ve editöre ihtiyaç duyduklarını söyledi. Ben federasyona böylece giriş yapmış oldum. Şansıma ikinci haftamda Türkiye Milli Takımı, Danimarka ile maç yapacaktı. Ben de değişim programıyla daha önce Danimarka'ya gittiğim için Danca biliyorum. Federasyon, Danimarka'da Ersun Yanal'ın tercümanlığını yapmamı istedi. "Yapar mısın?" dediler, "Yaparım" dedim. O zamanlar saçlar uzun sakallar uzun, benim saçlar, sakallar bir güzel kesildi. Takım elbiseler geldi. Zeki Çol’la başarılı bir Danimarka seyahati geçirdim. Orada tabi çok şey öğrendim. Türk spor basını nasıl işliyor, nasıl ilişkiler kurmak gerekiyor, nasıl hizmetler vermek gerekiyor. Orada bunların altından kalkınca beni bütün deplasman maçlarına götürmeye başladılar. Gittiğim ülkelerde Ersun Yanal'ın İngilizce çevirilerini de yapmaya başladım. Bu süreçte de federasyon beni editörlükle beraber medya sorumlusu olarak da görevlendirmeye başladı. Tabi bu noktada oldukça hızlı bir terfi süreci oldu, ben de açıkçası beklemiyordum bu durumu. İşin asıl başlama noktası bu diyebilirim. İkinci nokta ise Milli Takım, EURO 2008'e giderken ben altı aylığına işten ayrıldım, çok yorulmuştum. Daha sonra Kadıköy'deki 2009 UEFA Kupası Finali’nde çalışmaya başladım. Medya işlerinden sorumlu olarak. Onu da arkadaşlarla başarılı bir şekilde atlattık. O sırada tabi UEFA'daki ilişkilerimiz oldukça üst düzey olmaya başladı. UEFA'dan medya sorumlusu olmak ister misin diye sordular. Ben de zaten sistemin nasıl işlediğini daha önceki yıllardan biliyordum. Kabul ettim ve UEFA beni medya sorumluları listesine aldı. O zamandan beri de UEFA için de çalışıyorum.
Medya sorumlusu ya da "media officer" deyince insanların kafasında pek bir şey canlanmıyor. Medya sorumlusu olarak UEFA'da çalışan birinin görevleri nelerdir? Atandığı maçta, maç günü yapması gerekenler ve dikkat edilmesi gereken hususlar neler?
Aslında yapılması gereken o kadar fazla şey var ki. Yani bunun dört sayfa kontrol listesi, talimatları, el kitabı var ama kısaca şöyle anlatayım; medyaya belirli standartlarda hizmet vermemiz gerekiyor ve buradaki yayının belirli standartlarda evlere ulaşması gerekiyor. UEFA bunu yaparken, Avrupa'nın her yerinde aynı standardı tutturabilmek için maçlara medya sorumlusu atıyor. Medya sorumlusu da bütün bu organizasyonun, medya işlerinin sorunsuz bir şekilde işlemesinden sorumlu. Tabi bunu da belli kurallar çerçevesinde yapıyor. Mesela maçtan iki gün önce maçın yapılacağı şehirde olmak lazım. Organizasyon çalışmalarını yakından takip etmek, hazırlıkları tamamlamak ve tüm detayları düşünmek lazım. Maçtan bir gün önce basın toplantılarının düzenlenmesinden tutun, maç sonundaki röportajlara kadar hepsinden biz sorumluyuz. Akreditasyon kartlarından, basın tribününün sorunsuz bir biçimde işliyor olmasına kadar her şey aslında. Yani medya operasyonunun bir aksaklığa uğramaması için çalışıyoruz.
TamSaha dergisi ve TFF'nin internet sitesi oluşturulmaya başlandıktan sonra o dönemde edindiğiniz tecrübelerin, bu günlere nasıl katkısı oluyor? Yoksa tamamen birbirinden farklı iki meslek gibi mi...
Hayır tamamen bağımsız olduğunu söyleyemem. Oradaki tecrübelerimin bana çok katkısı oluyor. Medyayla nasıl konuşulması gerektiğini, nasıl aramıza mesafe konması gerektiğini hep oradaki deneyimlerimden biliyorum. Tabi bu noktada benim Zeki Çol'a ve Bağış Erten'e çok teşekkür etmem lazım. Çok katkıları vardır benim üzerimde. Tabi aynı şekilde UEFA'ya da teşekkür etmem lazım, daha o zamandan alıp bizi, bütün federasyon basın sorumlularını eğitiyordu, seminerlere sokuyordu. Edindiğim her deneyimin bana büyük katkısı olduğunu söyleyebilirim.
Milli Takım'la seyahat ettiğiniz dönemden aklınızda kalan unutamadığınız bir anı var mı? Futbolcularla ya da teknik direktörlerle?
O kadar fazla anı var ki... Aslında kendime de hep kızıyorum keşke bunları bir kenara not etseydim diye. Ama benim en unutamadığım maç deplasmanda oynayıp 4-1 kazandığımız Yunanistan maçı. Zaten gergin bir maçtı, Türk gazeteciler oraya gitmiş Yunan gazetecilerle bir arada oturuyor. Türk gazetecileri de bir sıraya dizdiler. O sıranın bir ucunda güvenlik görevlileri oturuyor, diğer ucunda da ben. Benim de yanımda bir, iki tane güvenlik görevlisi var ama Yunan seyircilerle iç içeyim. Bizim takım dördüncü golü atınca haliyle bizim bütün gazeteciler ayağa kalkıp sevindi. Yani deplasmanda, Olympiakos'un sahasında son Avrupa Şampiyonu'na dördüncü golü atıyorsun sonuçta... Tabi öyle olunca orada bir kargaşa çıktı. Benim üzerime birileri uçtu, bağırış çağırış. Bunun dışında bir de ilk gittiğim Danimarka maçını unutamıyorum. Maç günü sabah statta organizasyon toplantısı var. Ben de daha ilk kez gidiyorum yani maç toplantısı nedir, ne yapılır hiç bilmiyorum. Neyse toplantı başladı, birisi "Türkçe bilen anonsçu yok" dedi. Birden bana dönüp, "Ee İlker hadi sen ol" dediler. Zaten heyecanlıyım ilk maçım, bir de anonsçuluk yaptırıyorlar koskoca Parken Stadı'nda! Ne yazacağım, ne okuyacağım hiç bilmiyorum. Tabi Nihat golü atınca direkt doğaçlama olarak yaptım sevincimden. Ertesi gün de annemle konuştum, "O ses bana çok tanıdık geldi" diyor telefonda.
Bir de Alex Ferguson'un tercümanlığını yapmışsınız sanırım. O olay nasıl gelişti?
Federasyonda yeni başlamıştım çalışmaya. Fenerbahçe, Kadıköy'de Manchester United ile oynayacaktı. Tuncay'ın üç gol attığı maç... Neyse benim Danimarka maçında tercümanlık yaptığımı duymuşlar, zaten başka maçlarda da yapmıştım. Oraya çağırdılar. Federasyon da izin vermişti. Maçtan önce Alex Ferguson'un yanına gittim "Sir, siz İskoçsunuz, ben Türk. Biraz yavaş konuşursak, çok daha iyi bir iletişim sağlayabiliriz" dedim. Bana bakıp şakayla karışık, "Ne yavaş konuşacağım yaa" dedi. O günü de unutamam.
Türk spor basını hakkında ne düşünüyorsunuz? Oldukça irrasyonel olmasına rağmen kendi içerisinde aslında çok basit ve düzenli işleyen bir sektör..
Şimdi ben öncelikle bunu Türk spor basını diye ayırmıyorum. Genel bakmak lazım. Bütün olayları geneli itibariyle irdelemek daha doğru olur. Ancak benim anlayamadığım tonlarca şey var. Ben bazı programların neden bu kadar rating aldığını çözemiyorum. Aslında rating sistemini çözemiyorum. Bütün televizyon kanalları bir tane trene binmiş durumdalar ama o trenin doğru yere gidip gitmediğinden haberdar değiller. İleride bir köprü var zannediyorlar ama o köprü yoksa hepsi birden çakılacaklar bir noktada. Çok kapalı bir ölçüm sistemiyle, garip bir program yapma biçimi var Türkiye'de. Örneğin birisi çıkıyor, diyor ki, "Transfer haberleri çok sattırıyor spor gazetelerine". Doğru, olabilir. Ama bu sizin yalan yazmanızı gerektirmez. Tabi ki transfer dedikodusu diye bir şey vardır ama transfer hayalleri ve transfer imkansızlıkları tadında gazeteler çıktığı zaman o gazeteler kendi saygınlık ve inandırıcılıklarını bence sıfıra indiriyor.
Mesela İspanya'da yerel medya çok kuvvetli. Her takımın neredeyse kendi gazetesi, kendi TV kanalı var. İtalya'da iş biraz daha sponsorlara ve medya patronlarına bağlı. Türkiye'de ise basına bakınca sürekli bir kaos hali var. Anlam verilemez bir karmaşa söz konusu. Sizce Türk spor basını nereye doğru gidiyor?
İşte dediğin gibi önünü göremiyorsun. Bugün sabah işe giden bir gazeteci akşam işine sahip olup olamayacağını bilmiyor. Örneğin Akşam gazetesinde çalışan ve aylardır paralarını alamayan arkadaşlarımız var. Fakat Akşam gazetesinin patronu milyarlarca dolar para verip elektrik ihalelerini kazanabiliyor. Bu kadar düzensiz ve kendi içinde çelişen bir ortam olamaz. Kimse kimsenin hakkını savunmuyor, kimse başkalarının da haklarına sahip çıkmıyor. Bu sorunlar gerçekten sürekli göz ardı ediliyor. Mesela şöyle bir şey var, eskiden uçağa bindiğinizde gazete servisi sırasında uçağın ortasına gazete gelmezdi. Şimdi geliyor. En arkaya otur yine her çeşit gazeteden var. Şu anda da aynı sayıda gazete koyuyorlar uçaklara. Bence artık insanlar eskisi kadar gazete okumak istemiyorlar. Geçen gün İngiltere'de çok güzel bir inisiyatif gördüm. Firmaların yolladığı basın bültenlerini aynı şekilde basan gazeteleri ifşa ediyorlar. Bizde de böyle bir denetleme sistemi kurulması gerekiyor. Bu kadar reklam odaklı olunmaz. Tamam gazeteler reklamla dönüyor ama bir noktada da bunu denetleyen bir kontrol mekanizması lazım.
Günümüzde bilgi akışının hızı çok arttı ve bu da daha fazla bilgiye maruz kalmamıza yol açıyor. Aynı durum dezenformasyonu körükleyip yanlış kaynaklardan alınan yanlış bilgileri bir anda gündemi birinci maddesi olmasına yol açıyor. Gazetecilikte internetin kullanımının avantajları ve dezavantajları neler?
İnternet çok verimli bir yer olabilir. Doğru kullanıldığı zaman gazeteler için bence bulunmaz bir fırsat. Özellikle fikr-i takip açısından büyük önem taşıyor. Ancak dediğim gibi bunun da doğru kullanılması lazım. Siz basılı gazetenizi son derece güzel hazırlayıp, internet sitenizi yarı erotik bir site yapıyorsanız kendinizle çelişiyorsunuz demektir. İnternet bu şekilde kullanıldığı zaman ters teper ve bir anda elinize yüzünüze bulaştırabilirsiniz. Çok fazla kişiye ulaşayım derken bir noktadan sonra saygınlığınızı yitirirsiniz. "Tirajım neden 100.000'de kalıyor" diye yakınan bazı gazeteler önce kendi internet sitelerini sorgulamalılar. Tabi internetle, basılı yayın organınızı doğru bir şekilde kullanınca da Guardian oluyorsunuz. Guardian'a bakın, hem sosyal medyayı inanılmaz derecede iyi kullanan hem de basılı olarak mükemmel hizmet veren bir yayın organı. Üstüne üstlük yazarları ön plana çıkarmadan müthiş görüş yazıları yayımlıyor. Bizdeki en büyük problemlerden biri de bence köşe yazarları. İnsan düşüncesi önemlidir ama o kadar da önemli değil. Bir kaynaktan, ajanstan veya haber havuzundan haberler yayınlayıp çok da parlak olmayan köşe yazılarına yer verirseniz o tirajı arttırmak olur. Muhabirlerin bu kadar hor görüldüğü, haklarının korunmadığı, önemsenmediği bir basın daha var mı bilmiyorum.
Yabancı basın mensuplarıyla da sürekli bir aradasınız. Türk basın mensupları en çok futbolcularla röportaj yapamamaktan yakınıyor. Yurt dışındaki gazeteciler bu tip durumlardan yakınıyor mu? Avrupa'da ne tip problemler yaşanıyor?
Evet bu olaydan gazeteciler çok yakınır ancak kulüpler her zaman kontrollü olmak zorunda. Bu anlaşılır bir şey benim için. Çünkü kulüpler eskisi gibi sadece haftada bir maç yapan yapılar değil. Fakat bu medyaya malzeme vermemeleri anlamına da gelmemeli. Kulüplerin web siteleri maalesef Türkiye'de iyi kaynaklar olamıyor. İşte bu olmadığı sürece medya da şikayetçi olmakta haklı. Siz bir tane bülten hazırlayıp medyaya verince ve medya da onu basınca bu sizin iyi iletişim kurduğunuz anlamına gelmez. Şöyle bir örnek vereyim mesela bugün maçtan sonra Benficalı oyuncular mixed zone'dan geçecekler, hangi Benficalı oyuncuların konuşacağı, hatta neler söyleyeceği hemen hemen bellidir. Ancak Türkiye'de mesela mixed zone kaldırıldı. Oyuncular direkt olarak soyunma odasından çıkıp, arka kapıdan otobüse biniyorlar. Bunu tamamen kaldırmak bence çok doğru olmadı. Daha farklı çözümlere gidilebilirdi. Bu ayrı, çok uzun ve detaylı bir tartışma. Kulüpler medyayı kontrol etmek ister. Bu şekilde doğabilecek büyük krizleri engelleyebiliyorlar çoğu zaman. Ancak bu kadar korumacı olurken kendi kıymetlerini düşürüyorlarsa bir kere daha düşünmeleri gerekiyor bence. Tabi Türkiye'de şöyle bir şey de var, "Ya hadi idmanı kapatın" ya da "Kapalı idman yapın da oraya kadar gelmeyelim "diyen gazeteciler de var. Şimdi bu da olacak iş değil. Böyle olunca o ülkedeki kulüp de ona göre davranıyor haliyle..
Sizce spor basını nasıl olmalı? Herkesin spor basınının nasıl olması gerektiğiyle ilgili bir fikri var ama uygulamada hep sıkıntı yaşanıyor. Bir futbolsever olarak İlker Uğur'un hayalindeki spor basını nasıl?
Spor basınının nasıl olması gerektiğini söylemek benim haddim değil ama bir futbolsever olarak düzgün yazılmış maç yazıları, tarafsız görüşler ve evrensel doğrular üzerinde hemfikir olan bir basın görmek benim hayalim. Ama siz daha en temel şeyleri eğip, büküp, bütün doğruları tuttuğunuz bir kulüp lehine çevirirseniz, bir paragraf içinden bir cümleyi çekip onu manşete taşıma peşinde koşarsanız bu manipülasyona girer. Medya kurumu çalışanı olarak sahip olduğunuz gücü kişisel çıkarınıza kullanıyorsanız buna da karşıyım.
Takip ettiğiniz bloglar var mı? Sosyal medyayı ne ölçüde kullanıyorsunuz?
Sosyal medyayı çok kullanıyorum. Yani "gazeteler öldü, gazetecilik bitti" gibi klişe laflar kullanmak istemiyorum ama gazetecilik çok büyük biçimde şekil değiştiriyor. Bence mesela herkesin bir Twitter hesabı olmalı. Kendimi Twitter sayesinde dünyaya çok bağlı hissediyorum. Gazeteciler, haber kaynakları, blog yazarları hepsi orada sonuçta. Eskiden blogları ve gazeteleri her gün takip ederdim ama şimdi Twitter'dan direkt linkleri bulup öyle okuyorum önemli bulduklarımı. Aslında tek yaptığım da bu. Bülent Timurlenk'in blogunu (Aceto Balsamico) tabi ki takip ediyorum. Odur bu işlerin başlangıcı. Onun mesela daha sık yazmasını isterim. Ozan Şişli şimdi çok iyi bir bloga (Vursam Gol) başladı, son zamanlarda onu takip ediyorum. Ben blog yazarları ve sosyal medyada yazan insanların bir şekilde ödüllendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Yani bu insanları ya ekonomik olarak destekleyecek ya da onları daha çok yazmaya teşvik edecek bir sistem oluşturulması lazım. Blog İdman Yurdu gibi inisiyatiflerin daha çok desteklenmesiyle de olabilir bu. Bunun sebebi de şu, bir gazeteci bir gazeteye iki paragraf haber koyuyor, belki de yalan yanlış bir haber, örnek vermek gerekirse Mourinho ile Demirören arasındaki konuşmayı yazıyor, Jordan ile röportajı yazıyor, Aguero’yu Türkiye’ye getiriyor ya da bizim federasyonda kaybolan kediyi yazıyor, ancak bu haberin bir blogda yazılmış maç hikayesinden ya da kaynaklarıyla belirtilmiş doğru bir haberden daha değerli olduğuna inanmıyorum. Gazetede yazıyor diye bir şeyin doğru olduğuna inanan tuhaf bir toplumsal mekanizmamız var. Bunu artık bir şekilde aşmamız gerekiyor. Bunun başlangıç noktası da bana göre spor blogları olabilir. Ya da tweet atanlar, ya da facebook'ta grup kuranlar.. Tabi sosyal medyada yazanların da çok dikkat etmeleri gerekiyor. Mesela çok doğru noktalara temas eden yazarlar var, çok da esprili ve mizahi yönü kuvvetli, çok iyi gözlem yapıyor, müthiş maç yazıları yazıyor, bir an geliyor ve Barcelona - Real Madrid maçı yüzünden Twitter'da birbirlerini yiyorlar. Bunu da anlamakta güçlük çekiyorum. Bir de sosyal medyada yazanlarla ilgili şöyle bir durum var, herkes her sporda uzman. Yani, "Bugün futboldan konuşup yarın NBA yazayım öbürküsü gün curling, gelecek hafta da bowlingden yazayım" durumu bana anlamsız geliyor. Bir başka sorun da şu Twitter'la ilgili; mesela sen Madrid'den bir sürü şey yazıyorsun, aynı tweeti beş dakika sonra başkasından görüyorum. Yani retweet etsen ne olur? Bu kötü bir şey değil, bu seni yücelten bir şey aslında. İtibar transferidir bu.
Futbolun içerisinde çok fazla yer alan biri olarak boş zamanlarınızda futboldan kaçmaya çalıştığınız oluyor mu? Çok sevmenize rağmen, "yeter artık futbol izlemiyorum" dediğiniz anlar var mı?
Şöyle söyleyeyim ben en son Lig TV aboneliğimi iptal ettirdim. Bunun sebebi benim işin içinde bu kadar fazla olmam değil, maalesef başka sebepler. TFF’de çalışmasaydım futbolu daha çok sever miydim? Zannetmiyorum. Zaten çok seviyorum. Benim bu oyundan kaçmaya çalıştığım anlarda sebep benim mesleki deformasyonumdan çok dış etkenler oluyor. Bir maçın fazla büyütülmesi, örneğin Galatasaray-Fenerbahçe, Barcelona-Real Madrid. Holiganlığa kaçan taraftarlık. Bir de Türkiye liginin yurt dışına pazarlanmamasını hiç kabul edemiyorum mesela. Bizim ligimiz iyi bir lig ama bir kötülemedir gidiyor. Bu tip durumlar beni uzaklaştırıyor.
Maç organizasyonları sırasında UEFA'nın işi asla şansa bırakmadığına eminim. Türkiye'de insanların sahaya girmesinden tutun, maçı sağlıklı koşullarda izlemesine kadar bir sürü sorun yaşanıyor. En son Türk Telekom Arena stadının açılışında problemler yaşanmıştı. Maçın bitimine 10 dakika kala seyircilerin stadı yavaş yavaş boşaltmaya başlamasını duyuran anons herhalde bir tek Türkiye'de olur. Dışarıdan bakınca Türkiye'de bu işler profesyonelce yapılmıyor gibi bir his oluşuyor insanın içinde...
Aslında yapılıyor. Burada, Lizbon'da maçtan önce ne konuşuyorsak Türkiye'de de yapılıyor aynısı. Bütün listeler UEFA standartlarına göre hazırlanıyor. Ama eninde sonunda iş insan faktörüne dayanıyor. Aslında Portekiz'de de işler çok aksak. Mesela Portekiz ligi maçında burada Porto'yla Benfica oynayacak, Porto maçın başlamasına 20 dakika kala veriyor esame listesini. Normalde 75 dakika kala teslim edilmesi gerekir. Yerel liglerin hepsinde aslında var bu ufak tefek aksaklıklar. Ancak UEFA kendini o kadar iyi konumlandırmış ki ister Şampiyonlar Ligi, ister Avrupa Ligi maçı olsun, stada üzerinde UEFA amblemli birisi geldiği zaman inanılmaz saygı görüyor. İşler hiçbir zaman aksamıyor. Bunun öyle olmasının sebebi UEFA'nın kendisini kulüplere karşı konumlandırma biçimi. Stat boşaltma olayıyla ilgili olarak da tabi ki federasyon, yetkilileri uyarıyordur ama bana göre Galatasaray kulübünün o stadı açması büyük bir riskti. Çünkü o stadyum bitmedi hala. O stadı 15 Ocak'ta açmak büyük sorunlar yaratabilirdi. Belki açılması için beklenebilirdi ama araya bazı ticari faktörler de girdi, stadın kombinelerini 1,5 sezonluk sattılar. Hal böyle olunca da mecburen açıldı ve bu ulaşım sıkıntıları yaşandı.
EURO 2016'yı neden kazanamadık? Tek suçlunun Platini olduğuna inanmıyorum. Ve Türkiye bu tip büyük bir organizasyona ne zaman ev sahipliği yapacak?
Olmamasının bir sürü sebebi var tabi ki. Biz de bunu çok irdeledik, hatalarımızı analiz ettik. Ben 13 oyun altısını almamızın başarı olduğunu düşünüyorum. Bizim bu işte ne kadar ciddi olduğumuzun da göstergesidir. Peki bundan sonra olur mu? Bence olacak. 2020 Avrupa Şampiyonasına adayız ve bence onu kazanacağız. Onunla ilgili de şimdiden çalışmaya başladık. En son aldığımız U-20 Dünya Kupası, UEFA Kongresi ve Bayanlar U-19 Avrupa Şampiyonası hep 2020'ye yatırım aslında. Tabi biz de federasyon olarak daha büyük organizasyonları istiyoruz. Bunun ilk adımı da 2020 ve adaylık çalışmalarının da 2013 yılında başlaması bekleniyor. Kararı da 2014’te verilecek. Biz şimdiden çalışmaya başladık.
EURO 2016 adaylığında Trabzonspor ve Fenerbahçe taraftarları aday stadyumlar arasında kendilerininkini göremeyince epey isyan etmişlerdi. Aday stadyumlar aralarında olmamalarının sebebi nedir?
Biz Trabzon'u aramıştık o dönemde. Şehir içinde raylı sisteme ne zaman geçeceklerini sorduk. Oradaki yetkili bize 2030 yılından önce öyle bir projeleri olmadığını söyledi. Ayrıca Trabzon havaalanındaki terminal çok ufaktı ve uçak park yeri yeterli değildi. Oraya 100.000 taraftarı nasıl taşıyacaksınız? Karadan demir yolu ile de ulaşım sağlanamıyor. Şimdi yeni bir terminal binası yapıldı bildiğim kadarıyla. Stat çalışmaları da hızlandı. Fenerbahçe'ye gelince UEFA bize her şehirden en fazla iki stadyum olabilir dedi. İstanbul'da Olimpiyat Stadı 70.000 kişi kapasitesinin üstünde ve almama gibi bir durum olamaz. Türk Telekom Arena'da daha yeni ve daha modern bir stadyum. O yüzden bu iki stadı seçmiştik. Bir de bu tip adaylıklarda en iyi dosyayı vermeniz gerekiyor. Bunu da göz önünde bulundurmak lazım. Biz Fenerbahçe Stadı’nda çok başarılı bir UEFA Kupası Finali organize ettik. Bu noktalara gelmemizde o finalin önemi yadsınamaz. Keza 2005 UEFA Şampiyonlar Ligi Finali ve U17 Avrupa Şampiyonası’nın da
Türkiye'de EURO 2016 ile ilgili, "Yahu biz almayalım, altından kalkamayız zaten" gibi yorumlar da yapılmıştı. Bu yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu tip organizasyonlar çok büyük organizasyonlar. Sonuçta 24 takım gelecek ve 8-9 şehirde yapılacak. 2 milyon ek turist bekleniyor. Mesela U-20 Dünya Kupasına da 24 takım gelecek ve 8-9 şehirde yapılacak. Bu organizasyon federasyona büyük organizasyonlar deneyimi kazandıracak. Sonuçta atom mühendisliği yapmıyoruz ya da nükleer santral de inşa etmiyoruz, sadece sorunsuz bir biçimde turnuvayı organize etmek gerekiyor. Bunun için de minimum kapasitesi 30 bin olan statlar, düzgün şehirlerarası ve şehiriçi ulaşım ve iyi konaklama imkanları gerekiyor. Biz bunları yaptıktan sonra organizasyonu sorunsuz bir biçimde hallolmaması gibi bir durum yok. Bizim şehirlerimiz Ukrayna'dan veya Polonya'dan daha iyi. Bir sorun çıkacağını zannetmiyorum.
Biraz saha içine dönelim. İlker Uğur'un tuttuğu veya sempati duyduğu takım(lar) hangisi? Nasıl başladı?
Ben Galatasaraylıyım. Babamdan geliyor Galatasaraylılığım. İlk gittiğim maç İzmir Atatürk stadında Altay'a karşı oynanmıştı. O zamanlar maçtan önce Paf takımları karşılaşırdı. Galatasaray paf takımında yaşlıca bir futbolcu vardı, frikikten çok güzel bir gol atmıştı, maçı da Galatasaray paf takımı 2-0 kazanmıştı. Aynı maçtan sonra Galatasaray A Takımı Altay’a yenilmişti. Galatasaray ile ilk hatırladığım anım budur. Tabi İzmirli olduğum için bir dönem Altay tribününe de çok gittim. Orta okulda ve lisede sürekli takip ederdim Altay'ı. O zamanlar Altay başkanı şimdiki federasyon başkanı Mahmut Özgener'di. Avrupa'dan ilk olarak tutmaya başladığım veya sempati duyduğum takım hangisi bilmiyorum ama ilk hatırladığım turnuva 1990 Dünya Kupası. Benim futbol sevgimi doğuran turnuva o olmuştur. O sene bir de ben sünnet olmuştum yataktan kalkamıyordum, ekran başında Dünya Kupası izleye izleye sevmiştim futbolu. Schillaci’nin golleri hala aklımdadır. Babama anlatırdım akşamları.
TFF'de veya UEFA'da çalışmak isteyenlere ne gibi bir tavsiyeniz olur?
Tabi çok kapsamlı bir soru bu. Futbolu sevmekten çok futbolu öğrenmeyi istemek gerekiyor. Organizasyon işini sevmiyorsanız bu işe girmek çok saçma olur. Herkes hayal eder işte TFF'de çalışmak mükemmeldir, sürekli milli futbolcularla iç içesin, her maça bilet gelir vs. vs. Yani ben şöyle söyleyeyim TFF çalışanlarının %95'i milli takım oyuncularını yakından görmemiştir. Çok apayrı işler var. Çok uzmanlık gerektiren departmanlarımız var. Futbolun ince detaylarını, talimatlarını, statülerini öğrenmek isteyenlere, saha içiyle çok ilgisi olmayacak kişilere bu işleri tavsiye ederim. Bir de tabi futbolla aranıza mesafe koymanız ve tarafsız bakabilmeniz gerekiyor bence. Sürekli öğrenmeye devam edeceğiniz bir iş.
İki senedir Benfica'yı takip ediyorsunuz ve takım inanılmaz bir çıkış içinde. Ayağınız uğurlu geldi sanırım. Gelecek sezon daha büyük takımlardan transfer teklifi bekliyor musunuz?
[Gülüyor] Geçen gün milli takımlarla kaç maça gittiğimi, çalıştığımı ve maçların hangilerini kazandığımızı hesapladım. Milli takım en fazla 8 mağlubiyet almış 80 maçta. Milli takım kariyerim de iyi yani. Benfica ve Marsilya ile bu benim toplamda sekizinci maçım yedi galibiyet görmüşüm, bir tane mağlubiyet . O da Schalke'ye karşı alınan mağlubiyet. David Luiz'in frikiği girse o maç da dönecekti. Gerçekten de ayağım şanslı geliyor sanırım. Ama ben burada mutluyum, tabi profesyonel bir futbolcuyum ve her an başka yere de gidebilirim [Gülüyor]
Blog yazarlarının kendilerini uzman olarak nitelendirip nitelendirmediğini bilemem, ama bir çok farklı spor dalında yazdım blogda. Yayını olmayan mücadeleleri internetten takip ederim, internet, kitap ne kaynak varsa okurum. Bir çok spor yazılması yanlış diye bir şey yok. Bu görüşü yanlış bence. Ajanstan copy paste haber geçmek -çünkü hatalar hemen sırıtıyor, ajanslara eriştiğimden değil- ne kadar doğru? ToT haberleri Türkçe sitelerde hep aynı belli başlı kaynaklar dışında. En basit ve güncel örnek bu. HTC Columbia Kolombiya diye yazıldı gazetelerde Türkiye'de geçen sene. Farklı bir çok sporu takip edip yazmanın nesi yanlış anlayamadım.
YanıtlaSil