26 Mayıs 2011 Perşembe

Bir zamanlar İsveç


Sıcak bir yaz günü. Kampta, 1999-2000 sezonuna hazırlanan bir grup İsveçli. O zamanlar İsveç liginde pek de kötü olmayan bir takım var: Örgryte. Fotoğrafta yer alan arkadaşlardan bazıları tanıdık çıktı. Kalecinin arkasında oturan isim daha sonradan Stoke City ve Nottingham Forrest formaları giyen Brynjar Gunnarsson. Onun arkasına oturan isim ise İsveç milli takımında yıllarca Henrik Larsson'un partnerliğini yapmış olan Marcus Allback. En sağda aşağıda oturan isim ise şu günlerde daha da yakın olduğumuz bir isim. Galatasaray'ın yeni transferi Johan Elmander.

Lugano & Forlan 2005


Son zamanlarda transfer duyumları yüzünden ortalık atış poligonuna döndü. Önüne gelen bir ismi bir takıma yazıyor. Medyada transfer söylentisi bakımından kalıcı olabilen birkaç isim var. Yarın tuttuğun takıma kimin yazılacağı belli değil.

Ortam böyleyken adı Beşiktaş'la anılan Diego Forlan için, "Forlan, Lugano'ya İstanbul'u sordu" yazılmasa zaten olmazdı. Bugün saolsun güzide bir gazetemiz onu da yazmış. Biraz eskiye gidelim. Uruguay'da çıkan aylık spor dergisi De Lujo 2005'in Haziran ayında bu kapakla yayımlanmış. Uruguay'da senenin futbolcuları Diego Lugano ve Diego Forlan'la yedişer sayfalık röportaj yapmışlar.

Lugano'nun bölümünden bir kesit: "Sao Paulo ile kazanabileceğim her şeyi kazandım. Artık Avrupa'ya gitme vaktim geldi. Günün birinde Forlan'la aynı takımda oynamak isterim"

İspanya'da spor gazetesi tirajları


Geçtiğimiz Nisan ayı baz alınarak İspanya'daki spor gazetelerinin tiraj ortalamaları şöyle:

Marca - 247.075
As - 173.989
Sport - 89.090
El Mundo Deportivo - 78.186

Marca zaten tiraj konusunda rakiplerine sürekli fark atan bir gazete. Madrid basını odaklı olmasına rağmen bütün İspanya neredeyse Marca'yı bir şekilde takip ediyor. Açıklanan bilgiler arasında enteresan olan bazı diğer rakamlar da var. Örneğin üstte resmini gördüğünüz 12 Temmuz 2010 sayılı Marca gazetesi İspanya'nın Dünya Şampiyonluğunun ardından basılan sayı. Tam 2 milyon 749 bin 816 adet satmış. Günlük rekor an itibariyle budur. Marca'nın 2010 yılında sattığı en düşük miktar ise 7 Aralık günü. Sadece 81.512 tane satmışlar. Ki bu bile El Mundo Deportivo'nun genel ortalamasının üstünde.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Hoşgeldin Taffarel


En son 2010'un Kasım ayında ziyarete gelmişti. Hatta bloga ufak bir fotoğraf (burada) da koymuştum. Şimdi tekrar çalışmak üzere geldi. Umarım daha uzun yıllar Galatasaray'a hizmet eder. Kaleci sorununu halleder.

"Taffareeeeel, Taffarel! Sen böyle bir kurtarışın ardından penaltılarda da kalende duracaksın Taffarel... Vee sakatlık geçiriyor Taffarel"

La Liga'ya Madrid'den 4 takım


Bir Madrid takımı olan Rayo Vallecano tam 7 sene aradan sonra gelecek sene La Liga'da mücadele edecek. Onların ikinci lige düştüğü 2003-2004 sezonunda bir başka Madrid takımı Getafe, La Liga'ya yükselmişti. O zamandan beri de en üst seviyede hatırı sayılır bir performans sergiliyorlar. Gelecek sezon Real Madrid, Atletico Madrid, Getafe ve Rayo ile Madrid şehrinin La Liga'da dört takımı olacak. Bu aynı zamanda tarihte de bir ilk. Daha önce hiçbir şehir La Liga'ya dört takım göndermemişti. Önümüzdeki sezon Alcorcon da yükselirse 2013'te La Liga'yı Madrid Kupası diye oynatırlar(!)

La Liga'da sezonun unutulmaz beş anı

(1)

İspanya'nın Telegol'ü diyebileceğimiz Punto Pelota programında 2010-2011 sezonunun en unutulmaz beş anı açıklandı. İzleyiciler internet üzerinden ankete katılarak tam 120 farklı seçenek içerisinden 5 tanesini oyladılar. Gerard Pique'nin 5-0'lık Real Madrid zaferi esnasında yaptığı beş kardeş birinci olmuş. İkinci sırada yüreklerin ağza geldiği bir an var. Vicente Calderon'da oynanan Atletico Madrid - Barcelona maçında Ujfalusi'nin Messi'nin ayağına basması... Ciddi bir sakatlık olsa sezonun akışı değişebilirdi ama Messi sadece iki hafta takımdan uzak kalmıştı. Üçüncü sırayı geçen hafta Deportivo'nun ikinci lige düşmesinin ardından yere yığılan emektar Valeron almış. Dördüncü sırada Cristiano Ronaldo'nun son hafta Almeria karşısında kırdığı rekor ve Almeria'lı futbolcuların arasından süzülerek yaptığı sevinç var. Son sırayı da Malaga maçında sahasında üç gol yiyen Atletico Madrid'in iki futbolcusu Kun Agüero ve Diego Forlan almış. Vücut dilleri kötü geçen sezonu güzel özetliyor.

(2)
(3)
(4)
(5)

Eski dosta selam, yola devam


Her ülkede olduğu gibi Kolombiya liginde de sezon tamamlandı. İkinci lige düşmekten son anda kurtulan Deportivo Pereira takımı gelecek sezonun kombinelerini 3000 pesodan (yaklaşık 110 TL) satışa çıkarmış. Şehrin çeşitli yerlerine de taraftarların kombinelere ilgi göstermelerini sağlamak amacıyla bazı reklamlar asılmış. Fotoğraftaki reklamda sağdan ikinci arkadaş bir zamanlar Galatasaray, Gaziantepspor ve Rizespor formaları giyen Gustavo Victoria. Galatasaraylıların hafızasına "Yozgatspor'a 40 metreden gol atan adam" olarak kazınmıştır. Söylenecek fazla bir şey yok aslında ama sarı-kırmızı hala çok yakışıyor kendisine.

Batan geminin malları


La Liga'nın son haftasında Almeria ve Hercules'in ardından düşen son takım da belli oldu. Deportivo ya da bir başka deyişle "Los Turcos" tam 20 yıllık La Liga macerasının ardından gelecek sezon Segunda'da mücadele edecek. El Mundo Deportivo gazetesi bugün ikinci lige düşen takımlardan gelecek sezon birinci ligde mücadele edecek futbolcuların listesini paylaştı.

Hercules'de oynayan Nelson Valdez'in muhteşem Dünya Kupası performansından sonra Hercules'e imza atması zaten sürprizdi. Takımı ligde kalsa da düşse de bir sezon oynar, büyüklere imza atar deniyordu. Emekliliğini açıklayan Vicente yerine Valencia'nın onu istediğini yazmış gazete. Real Madrid'den kiralanan Drenthe zaten Madrid'e geri dönecek. Ancak bu sezon patlayan Marcelo'nun ardından şimdi de Coentrao, Real'e katılmak üzere. Forma bulması imkansız. Adı, ligin yenileri Rayo ve Betis'le anılıyor. David Trezeguet'nin durumu ise meçhul. Taraftar onu istemiyor, sözleşmesi ise devam ediyor. Talibi de yok. Büyük ihtimal memlekete döner.

Deportivo'da forvet Adrian iyi patladı. Vicente Del Bosque'nin kendisini milli takıma çağırması da bekleniyor. Henüz 23 yaşında ve şu anda birçok kulübün gözdesi. Agüero ve Forlan'ı satması muhtemel Atletico Madrid ilk alternatif. Villarreal de plase. Meksikalı sol açık Andres Guardado için "Almanya'ya gidebilir" deniyor. Borussia Dortmund ve Hannover 96 talip olmuş kendisine.

Almeria'ya gelince gitmesi muhtemeller listesinde ilk adaylar Modeste M'Bami ve Pablo Piatti. Kamerunlu oyuncuyu Mallorca ve Betis istiyor. Genç Arjantinli için yazılan kulüpler ise şaşırtıcı: Juventus ve Milan.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Johan Cruyff röportajı


Haftasonu Şampiyonlar Ligi finali var. Wembley'de bu finali bir kez oyuncu olarak (1971), bir kez de teknik direktör olarak (1992) daha önceden yaşamış ve kazanmış bir adam var: Johan Cruyff. Kendisi modern Barcelona'nın 1988'den beri kazandığı 3 Şampiyonlar Ligi, 11 tane de lig şampiyonluğunda ortaya konan total futbolun kuşkusuz fikir babası konumunda. Cruyff dün (22 Mayıs 2011) Londra'ya gitmeden önce Mallorca'da Marca gazetesine güzel bir röportaj vermiş. Oscar Campillo ve Luis Rojo imzalı röportajda La Masia'dan Jose Mourinho'ya, Shakira'dan Alex Ferguson'a, Frank Rijkaard'dan Ryan Giggs'e kadar çeşitli konulardan konuşulmuş. Bana da çevirmek düştü.

Wembley'de final oynayacak Barcelona'nın temelinde ne yatıyor?

Şu anki takım kulübün düşünce yapısını değiştirdi. Temelde, kendi oyununu oyna ve kendini düşün, sakın rakip takım hakkında endişe duyma düşüncesi vardı. Bu takım kupaların sadece başarıyı ölçmek için olduğunu ve prestijleri için güzel futbol oynamaları gerektiğini bilen adamlardan oluşuyor.

Sizce İspanyol Milli Takımı da "Dream Team'den" etkilenerek mi böyle oynamaya başladı?

Tabii ki. Sadece şimdi değil daha önce de İspanya'nın o takımdan etkilenerek oynamaya çalıştığı yıllar oldu. Ancak teknik direktöre sorsanız kendi sistemi vardır. İşin içine sizi katmak istemez. Bu kasıtlı bir şey değil. Anlayabiliyorum. Her teknik direktör çalıştırdığı yerde lider olmak ister.

Frank Rijkaard ve Pep Guardiola işlerinin başına geçmeden önce onlara birer müfredat verdiniz. Neden?

Tecrübe. Ben onlarla sadece tecrübelerimi paylaştım. İnsanlar tecrübe hakkında çok konuşurlar ancak genelde pek bir fikirleri yoktur. Bu iki futbol adamı da futbol oynatma kalitesi, zeka ve önemli bir karar verme anında sergiledikleri güçlü karakterleriyle beni çok etkilediler. Mesela her ikisi de genç oyuncularla çalışmayı oldukça basitleştirdiler. Basit olan işte bu. Baskı mı? Her ikisi de hayatları boyunca baskıyla yaşadılar ve alışkınlar.

La Masia'da çocuklara hangi değerler aktarılır?

Öncelikle orada kazanmayı öğretiyoruz. Tabi ki kişisel eğitimlerini de orada tamamlıyorlar. Öncelikli olarak bunun bir oyun olduğunu ve zevk alarak yapmaları gerektiğini bilmeleri lazım. Rakibe saygı duymaları da şart.

Frank Rijkaard'ın biraz unutulmuş gibi olmasının adilce olmadığına inanıyor musunuz?

En az hayat kadar bu durum da hiç mi hiç adil değil. Çabucak unutmak günümüzün en büyük sorunlarından. En önemli değerlerden birisi, fantastik işler başarmış insanlara saygı duymaktır. Denizaşırı ülkelerde herkes Frank'ın neler yaptığını biliyor. Bazen evinizde, diziniz dibinde yaşayanlar neler gerçekleştirdiğinizi göremeyebiliyor.

Bütün bu elde ettiğiniz başarıların kaynağı nasıl oluştu?

Barcelona'ya ilk geldiğimde pek de iyi bir takım yoktu ve Real Madrid'in muhteşem bir kadrosu vardı. Real'de La Quinta del Buitra (Akbaba Beşlisi) döneminin etkisi hala hissediliyordu. Bu ülkede her zaman rakibin şanslı olduğundan ya da hakemlerin onların tarafında olduğundan dem vurarak prim yapabilirsiniz. Ben bu mantığı değiştirmek istedim. "Kazan, ve en iyi ol" mantığını aşıladım. Yaptığımız şey sadece buydu. Benim düşüncem: Diğerlerinden önce kendine bak. İşte böyle yükseldik.

Real Madrid ve Barcelona arasında bu bakımdan bir rol değişimi olacak mı?

Ben bu işe Dream Team'le adım attım. Real Madrid, Barcelona'ya özenerek bu sistemi kopyala-yapıştır yaparsa sonu hüsran olur. Kendi sisteminizi oluştururken öncelikle kendi gelişiminize ayak uyduracak doğru parçaları bulmanız gerekir. Yatırım doğru adamlara yapılmalı. Sonuç olarak ligde iki defa ezeli rakibine kaybettin ve bahane bulmak bence çok saçma.

Barcelona'nın onursal başkanı mertebesinde olmak zor muydu?

İlk geldiğimde daha da zordu. Aslında o zamanlar epey üzgündüm. Başkan benim bu mertebeye geleceğimi bir seçim propagandası olarak kullanmıştı ve benim bundan haberim yoktu. Ancak daha sonradan fikir hoşuma gitti. Emekliliğinizde hala insanların size büyük saygı duyuyor olması çok güzel. Tabi sorumluluklarınız da oluyor fakat aldığım en kolay kararlardan biriydi.

Başkan Rosell'le olan ilişkiniz tanınamaz bir hale geldi...

Onunla artık hiçbir şey hakkında konuşmuyorum. Onun kendi fikirleri var, benim kendi fikirlerim. Onunla bir toplantı yaptım ve az önce bahsettiğimiz onursal başkanlık görevinden ayrıldığımı söyledim. Bir nevi rozetimi masaya bıraktım. Bunun ardından bir kere bile benimle konuşmamış olması onun düşünce yapısını anlamama yetti. Sadece kendisine çalışan birisi. Ben de şimdi egzersiz yapıyorum. Onunla hiçbir fikrimi paylaşmıyorum. Formayı bugün getirdikleri hal korkunç. Unicef'le yaptıkları anlaşma da tam bir saçmalık. Önüne onların adını yazdırmadan da onlara para verebilirsin. İki, üç sene sonra alacakları reklamların ve forma boyama aşamasının öz hazırlığını yapıyorlar. Baktım benim fikrime saygı duymuyorlar, ben de orada bulunmak istemedim.

Önümüzdeki birkaç sene boyunca Barça şu anda oynadığı futbol düzeyini koruyabilecek mi?

Bu biraz durumu nasıl idare edecekleriyle alakalı. Şurası bir gerçek ki her gün bir Messi doğmuyor. Ancak gençler üzerinde yoğunlaşıp, doğru eğitim verildiğinde ortaya çıkan sonuçlar da ortada. Detaylar ve ufak ayrıntılar hayatın ta kendisidir. Bu detayları idare etmeyi başarabilirlerse başarı da kalıcı olur. Saha dışındaki işleri kontrol edebilme beceriniz belli bir süre sonra saha içine de yansır.

Hangi detaylar?

Mesela bir kişiye diğerinden daha fazla ödeme yapmak. Ya da saha kenarında olan futbolcularınızın da yüzde yüz hazır olması gibi. Bunu etkileyebilecek belki de milyonlarca detay var. Az önce saha dışındaki durumlardan da bahsettim. Her zaman güçlü ve alternatifiniz yokmuş gibi hazır olmalısınız. Ve, Guardiola bu işi çok iyi beceriyor. Bütün kontrol onun elinde. İşin yarısı teknik direktöre bağlı olsa da diğer yarısı tamamen psikolojik yaşanan bir oyun. Her zaman sizi destekleyecek insanların olması da önemli. Bu her zaman olmuyor.

Pep teknik direktörlüğünde her zaman kazanan olabilecek mi?

Teknik direktör olarak asla bilemeyiz ama ben onun zekasını gördüm. Kazandığınız zaman teknik direktörlük dünyanın en zevkli işidir ama özünde oldukça pis bir meslek. Sorunların içinde olmamak, kriz anında doğru kararı verebilmek ve iki bin tane düşman edinmemiş olmak karakterinizin bir parçası olmalı. Bütün bunlar bu işin parçası. Aynı zamanda karakteriniz de böyle işliyorsa başarılı olursunuz. Pep'de bu var mı? Evet.

Doğru kararlar derken Eto'o ve Ibrahimovic'de aldığı kararları mı kastediyorsunuz?

Ibra hakkında verilen karar bence yanlıştı. Tek kelimeyle muhteşem bir futbolcu. Katıldığı son dokuz turnuvaya bakın ve de başarı oranına. Bu tip kazanma alışkanlığı olan oyuncularla her zaman barışık olmalısınız. Hatalarını görmezden gelebilirsiniz. Bu doğru kararları verirken, on karardan sekizini bilirseniz bu iyi bir ortalamadır.

Pique ve Shakira'nın ilişkisi bir dikkat dağınıklığı yaratıyor olabilir mi?

Daha önce David Beckham'ın eşiyle arasında yaşadığı problemden doğan bir performans düşüklüğü vardı. Bunlar tabii ki olabilir ancak bence direkt olarak fazla etkilemez. Pique'nin dikkatli olması gerekiyor.

Mourinho'yu teknik direktör olarak beğeniyor musunuz?

Bir teknik direktörde bakılması gereken bir çok unsur vardır. Her teknik direktörün bazı yönlerini beğeniyorum, bazı yönlerini beğenmiyorum. Uzaktan bir futbol sever olarak bakınca ortaya koymaya çalıştığı oyundan zevk almıyorum. Elindeki malzemeyle daha iyisini yapabilir. Çoğu zaman da çocuklar için iyi bir örnek olmadığını söyleyebilirim.

Haftasonu final var, ne olur?

Manchester United ve Barcelona rahatça oynanan futbolun en iyi kurumları gibiler ve bu sayede son yıllarda pek çok başarıya imza attılar. İkisi de bu sene kendi liglerinde şampiyon oldular ve her ikisi de bu finali hak ettiler. Tabii ki Barça'nın kazanmasını istiyorum ve dürüst olmak gerekirse kadrosu United'dan daha üstün.

Barcelona'ya ne tavsiyede bulunursunuz?

Daha iki sezon önce kazandılar ve ne yapmaları gerektiğini biliyorlar. İlk on dakikada pozisyon vermemelerini tavsiye edebilirim ama bu da zaten onların bildiği bir şey.

Alex Ferguson'un 25 sene boyunca bu kadar üst düzeyde teknik direktörlük yapmasının sırrı ne?

Tam bir patron! Sırrını bilmiyorum ama kariyeri boyunca her zaman kulübünden ve etrafındaki kurumlardan büyük saygı gördü. Kulübünü her zaman en iyi şekilde yönetti ve yönlendirdi. Premier League'de bunu yapmak kolay değildir çünkü inanılmaz büyük bir kitleye karşı oynuyorsunuz ve temsil ettiğiniz değer çok büyük.

Ustaya saygı kuşağında Giggs'i sormadan edemeyeceğiz...

Giggs tam anlamıyla Xavi gibi. Çok sakin bir oyuncu ve ne zaman nasıl oynaması gerektiğini çok iyi biliyor. Hem saha içinde hem saha dışında kulübün değerlerini çok iyi savunuyor. Her kulübün sahip olmayı isteyeceği cinsten çok fantastik bir oyuncu.

Barcelona'yı bu maçta bir adım öne çıkaran ve farkı yaratacak olan adam Messi mi?

Messi bu maçta çok büyük önem taşıyor, fakat o gün hem Messi'nin takıma, hem de takımın Messi'ye nasıl ayak uyduracağı da çok önemli. Ben Barcelona'yı top rakipteyken seyretmeyi seviyorum. Bütün takım hareket halinde oluyor. Topu ayağına aldığında bana göre takımda en olağanüstü manzarayı Messi yaratıyor. Kendisini yeniden şarj etmesi için de sadece on saniye yetiyor. Onu izlemek için sabırsızlanıyorum.

Sergio Busquets'in bu sene yaptığı çıkış sizin için sürpriz oldu mu? Hem oyunu hem de karakteri bir futbol dahisini andırıyor.

Onun zaten babası bir dahi (Gülüyor). O da diğerlerini yetiştirdiğimiz mahalleden geliyor ve bu da sanırım onun dahi olması için yeterli bir sebep.

Cristiano Ronaldo, Barcelona'da oynasaydı daha mı kötü olurdu?

Messi'nin oynadığı bölgede oynayacaksa bana göre daha çok problem olurdu. Çünkü o bölgede top çok hızlı dönüyor ve pek fazla alan yok. Ronaldo kanat oyuncusu ve topla oynamayı seviyor.

İspanyolca bilenler röportajın çok ufak bir kısmına Marca'nın sitesinden göz atabilir.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

Nuri gelirken...


Hani bomboş bir lokantaya girip yemek yemeye başladığınızda lokanta birden hızla dolar ya... Benimki de işte öyle bir durum. İspanya'ya bir geldim, önce Mehmet Topal, şimdi Nuri Şahin geldi. Belki Arda Turan, belki Hamit Altıntop da gelecek. Uğurlu mu geldik ne! Neyse...

Santiago Bernabeu'da bulunan kulüp müzesinde bir duvar vardır. Duvarın üzerinde bütün ülkelerin bayrakları bulunur, yanlarında da bu ülkelerden gelen futbolcuların isimleri yazar. Hatta bir tanesinin de fotoğrafı bayrağın yanında yer alır. Örneğin Brezilya bayrağının yanında Real Madrid'de oynamış bütün Brezilyalıların isimleri yazar, Roberto Carlos'un da fotoğrafı bulunur. Geçtiğimiz Ocak ayında sevgili arkadaşım Emre Karatoprak ile stadı gezerken şöyle bir şey demişti, "Ulan Baliç'in ve Geremi'nin bile ismi yazıyor, bir tane bile Türk yok şu duvarda" Aslında Türk var. Mesut Özil. Ancak haliyle kulüp futbolcuların kanında akan asil(!) kana bakmıyor. Hangi ülkenin milli takımında forma giyiyorsan o ülkenin vatandaşısın. Bu konuyla ilgili aslında büyük paradoks var. Şimdi seviniyoruz hepimiz Nuri, Real Madrid'e gitti diye. Sevinelim tabi ki. Ancak bugün Nuri'ye sevinenlerin yarısı, geçen sene Mesut'a vatan haini diyordu. Real Madrid, Nuri'yi Türk olduğu için almadı, futbol yeteneklerinden ötürü transfer etti. Peki Nuri futbol eğitimini nereden aldı? Almanya. O yüzden Nuri ve Mesut benim gözümde eşittir. Bu adamlar futbol eğitimlerini Almanya'da aldılar. Bu Alman futbolunun başarısıdır. Forma rengi yüzünden kuru milliyetçilik yapmaya gerek yok. Mesut da Alman, Nuri de Alman. Mesut da Türk, Nuri de Türk.

Bu transfer saha üzerinde Real Madrid'e nasıl yansır? Şimdiden kestirebilmek zor. Madrid medyası bugünlerde Nuri ile birlikte Hamit Altıntop ve Jose Callejon'u da Real Madrid kadrosunda yazıyor. Lass ve Kaka büyük ihtimalle son sezonlarını yaşadılar. Tahminimce geri dörtlü bozulmaz. Pepe ve Carvalho ikilisi bir sezon daha götürürler. Marcelo bu sezon "ikinci Roberto Carlos" etkisi yarattı. Yeri sağlam. Sergio Ramos, Casillas'dan sonra bütün herkesin kadroya direkt yazdığı ilk isim. Ön liberoda Xabi Alonso'nun partneri Nuri olur. Khedira ve Hamit yedekte en azından iyi birer alternatif olurlar. Bana kalırsa Cristiano, Özil ve Di Maria'yı ne mevcut kadroda ne de İspanya sınırları dahilinde (Katalunya hariç) kesebilecek bir oyuncu yok. Ha tabi ki Callejon, hem Granero'dan hem de Pedro Leon'dan daha iyi bir alternatif olur. Orası kesin. AS gazetesi son transferin forvet olacağını yazıyor. Adebayor'la sözleşme imzalanmayacak. Geçen sezon gösterdi ki Benzema - Higuain ikilisi 60 maç çıkaramıyorlar. Biri sakatlandığı anda Mourinho bıçakları biliyor yönetime karşı. Yönetim de haliyle Jose'nin ağzına sezon başında bir emzik verecektir. Benim tahminim Tevez. Bu Real Madrid seneye iş yapar mı?

En azından şampiyonluk yarışını son haftaya kadar götürür.

Eski post: Almanya'nın Messi'si olmak

8 Mayıs 2011 Pazar

Pes atak mı?

"Sabri, you ain't seen nothing yet!"
"Kol bozuk olum"

Atletico'da son durum


Geçtiğimiz hafta, "Gidecek mi? Kalacak mı?" tartışmaları arasına Kun Agüero sözleşmesini sessiz sedasız 2014'e kadar uzattı. Herkes yaz döneminde Atletico Madrid yönetiminin nasıl bir politika izleyeceğini merak ediyor. Başkan Enrique Cerezo, hem Diego Forlan, hem David De Gea, hem de Kun Agüero'yu kadrodan yollaması halinde başına gelecekleri biliyor. Simao'nun gidişinin ardından kadroda yıldız futbolcu statüsünde bu oyunculara alternatif olabilecek bir tek Reyes kaldı.


Manchester United'ın Van der Sar yerine kadrosuna katabileceği üç isim vardı: Manuel Neuer, Guillermo Ochoa ve David De Gea. Herkes Neuer'in ilk alternatif olduğunu biliyordu. Ancak Şampiyonlar Ligin'deki Schalke - Manchester United eşleşmesi Neuer'in sonu oldu. Özellikle Old Trafford'da yaptığı hatalar, bir anda De Gea'yı "hedef adam" haline getirdi. Ochoa bu senaryoda zaten "third man" konumunda. Bu iki Avrupalıdan biri olmazsa, o getirilecek.


Atletico Madrid'in nasıl bir borç batağında olduğunu daha önce şurada yazmıştım. Durum hala içler acısı. Atletico, Forlan'dan biraz para kazanmak istiyorsa bu sene elinden çıkarmak zorunda. Zaten Agüero'nun sözleşmesinin uzatılmış olması bir bakıma Diego Forlan kulüpten ayrılacak olmasının bildirisi. Başkan Cerezo ve kutsal sahip Angel Gil, Agüero'yu istedikleri fiyata daha sonraki sezonlarda da satabileceklerinin farkındalar. Forlan için ise en muhtemel üç kulüp arasında Paris Saint Germain, Spartak Moskova ve Beşiktaş yazılıyor.


Teknik direktör Quique Sanchez Flores gelecek sezon büyük ihtimalle takımın başında olmayacak. İlk iki aday Rafa Benitez ve Luis Enrique. Benitez uzun zamandır İspanyol kulüplerini yokluyor. Bütün Avrupa'dan "başarısız" damgası yiyen Rafa tekrar kendisini kanıtlama peşinde. Daha önce Racing Santander'den teklif alan Benitez için, Atletico, Valencia ve Villarreal alt limit. Liverpool ve Inter görmüş bu adamın tabi ki Racing'i çalıştıracak hali yok. Atletico'yla iyi bir ikili olabilirler. Katalan medyası da uzun zamandır Barcelona B'den ayrılacak olan Luis Enrique'ye yol yapıyor. Guardiola'dan sonra teknik direktörlüğe gelmesi en muhtemel hocanın Barça'dan önce bir yerlerde "staj yapmasını" istiyorlar. Atletico da staj için oldukça iyi bir ortam!


Gelelim transfer dedikodularına. Simao'nun gidişinin ardından ne Elias ne de Juanfran o boşluğu dolduramadı. Her iki kanatta ve gerekirse forvet arkasında da oynayabilen bir adam arıyorlar. İlk adaylar Eden Hazard, Gervinho, Arda Turan, Lucas Rodrigues ve Kwadwo Asamoah. De Gea'nın ayrılma durumuna göre kaleye bir takviye yapılacaktır. Bazı kaynaklarda Villarreal'li Diego Lopez ile çoktan anlaşıldığı yazılıyor. Halihazırda kadrodaki en sağlam mevki defans hattı gibi, Ujfalusi, Perea, Godin, Filipe dörtlüsü seneye de bozulmaz. Dominguez, Valera ve Antonio Lopez de iyi alternatifler. Hücum oyuncusunun ardından en çok para harcanacak mevkinin ön libero olduğunu tahmin ediyorum. Paulo Assunçao artık La Liga ağırlığını kaldıramıyor. Mario Suarez neredeyse Atletico'nun Mustafa Sarp'ı.. Juventus'dan kiralanan Tiago da İtalya'ya dönmek istediğini söyleyip duruyor. Madrid basınına göre ilk alternatifler bu sezon Leverkusen'de parlayan Sidney Sam ve Athletic Bilbao'nun genç oyuncusu Javi Martinez.

Teknik direktör Xavi


Uzun süredir konuşulan bir durum aslında bu. Katalan medyası birkaç aydır, "Guardiola gidecek, Luis Enrique gelecek, Luis Enrique gidecek Xavi gelecek" diye yazıyor. Xavi teknik direktörlük kurslarına başladı bile. Üç aydır özel bir ekipten teknik direktörlük dersleri alıyor. Real Madrid'le oynanan son maçın ardından bütün takım günü izinli geçirirken Xavi, La Masia'da 12-13 yaş grubu takımına teknik direktörlük yaptı. Kendi takımı, La Masia'dan arkadaşı olan Albert Jorquera'nın takımına karşı maçı 6-2 kazandı. "Futbolculuktan çok farklı. Kendinizden değil, her şeyden sorumlusunuz" diyor Xavi.

1 Mayıs 2011 Pazar

İlker Uğur röportajı


Günümüzde futbol, içerisinde barındırdığı karakterlerle tam anlamıyla dev bir mozaik. Futbolcular, teknik direktörler, yöneticiler, basın mensupları, taraftarlar... Hepsi direkt olarak bu oyunun bir parçası. Bir de bu oyunun arka planında yer alan bazı gizli kahramanlar, bütün bunların bize ulaşmasını sağlayanlar var. İşte İlker Uğur da onlardan biri. Ekran önünde çok fazla görme şansımız olmasa da kendisi spor basınının oldukça içinde, hatta belki de tam ortasında bulunuyor. Uzun bir süredir Türkiye Futbol Federasyonu’nda çalışan, son iki senedir de UEFA tarafından Medya Sorumlusu olarak Benfica'nın iç saha maçlarına atanan İlker Uğur'la Lizbon'da, Benfica-Braga maçı öncesinde buluştum. Türk spor basını hakkında ne düşünüyor? Türkiye neden EURO 2016'yı alamadı? Hangi blogları takip ediyor? Neden Alex Ferguson'un tercümanlığını yaptı? İşte bu soruların cevapları da bu röportajda ortaya çıktı...

Yaklaşık yedi senedir Türkiye Futbol Federasyonu’nda, iki senedir de UEFA'da medya sorumlusu olarak çalışıyorsunuz. Ancak görsel medyada fazla yer almadığınız için sizin hakkınızda fikir sahibi olmayan kişiler olabilir. İlker Uğur, okuyucularımız için İlker Uğur'u özetleyebilir mi? Her şey nasıl başladı ve UEFA'da çalışmaya kadar geldi?

İnsan hayatı aslında tamamen tesadüflere bağlı. Buna çok inanıyorum ben. Bir noktaya kadar plan yapıyorsun ama ne kadar çalışırsan, ne kadar doğru zamanda doğru yerde olursan, ne kadar tanıştığın doğru insanlarla doğru bir iletişim kurarsan şans da o ölçüde senin yanında oluyor. Ha benim için hikaye nerede başladı; Bilgi Üniversitesi, Karşılaştırmalı Edebiyat bölümünde okurken, üçüncü sınıfta İletişim Yayınları'nda staj yapma imkanı buldum. Benden memnun kaldılar ve part-time devam ettim. Orada çalıştığım editörlerden bir tanesi de Bağış Erten'di. Okul bitince tam zamanlı çalışmaya geçme durumum oldu ancak tam istediğim şartlar oluşmayınca ben de ayrıldım ve iş bakmaya başladım. O sıralar, EURO 2004 sonrası, Levent Bıçakcı, Türkiye Futbol Federasyonu başkanlığına seçildi. Levent Bıçakcı bir gün Zeki Çol ve Bağış Erten’i arayıp yeni bir federasyon dergisi çıkartmak istediğini ve iyi bir internet sitesi kurmak istediğini söylemiş. Kısacası federasyonun medya ilişkilerini iyileştirmek istemiş. Bağış Erten de beni aradı, TamSaha dergisinin kurulma aşamasında olduğunu ve editöre ihtiyaç duyduklarını söyledi. Ben federasyona böylece giriş yapmış oldum. Şansıma ikinci haftamda Türkiye Milli Takımı, Danimarka ile maç yapacaktı. Ben de değişim programıyla daha önce Danimarka'ya gittiğim için Danca biliyorum. Federasyon, Danimarka'da Ersun Yanal'ın tercümanlığını yapmamı istedi. "Yapar mısın?" dediler, "Yaparım" dedim. O zamanlar saçlar uzun sakallar uzun, benim saçlar, sakallar bir güzel kesildi. Takım elbiseler geldi. Zeki Çol’la başarılı bir Danimarka seyahati geçirdim. Orada tabi çok şey öğrendim. Türk spor basını nasıl işliyor, nasıl ilişkiler kurmak gerekiyor, nasıl hizmetler vermek gerekiyor. Orada bunların altından kalkınca beni bütün deplasman maçlarına götürmeye başladılar. Gittiğim ülkelerde Ersun Yanal'ın İngilizce çevirilerini de yapmaya başladım. Bu süreçte de federasyon beni editörlükle beraber medya sorumlusu olarak da görevlendirmeye başladı. Tabi bu noktada oldukça hızlı bir terfi süreci oldu, ben de açıkçası beklemiyordum bu durumu. İşin asıl başlama noktası bu diyebilirim. İkinci nokta ise Milli Takım, EURO 2008'e giderken ben altı aylığına işten ayrıldım, çok yorulmuştum. Daha sonra Kadıköy'deki 2009 UEFA Kupası Finali’nde çalışmaya başladım. Medya işlerinden sorumlu olarak. Onu da arkadaşlarla başarılı bir şekilde atlattık. O sırada tabi UEFA'daki ilişkilerimiz oldukça üst düzey olmaya başladı. UEFA'dan medya sorumlusu olmak ister misin diye sordular. Ben de zaten sistemin nasıl işlediğini daha önceki yıllardan biliyordum. Kabul ettim ve UEFA beni medya sorumluları listesine aldı. O zamandan beri de UEFA için de çalışıyorum.

Medya sorumlusu ya da "media officer" deyince insanların kafasında pek bir şey canlanmıyor. Medya sorumlusu olarak UEFA'da çalışan birinin görevleri nelerdir? Atandığı maçta, maç günü yapması gerekenler ve dikkat edilmesi gereken hususlar neler?

Aslında yapılması gereken o kadar fazla şey var ki. Yani bunun dört sayfa kontrol listesi, talimatları, el kitabı var ama kısaca şöyle anlatayım; medyaya belirli standartlarda hizmet vermemiz gerekiyor ve buradaki yayının belirli standartlarda evlere ulaşması gerekiyor. UEFA bunu yaparken, Avrupa'nın her yerinde aynı standardı tutturabilmek için maçlara medya sorumlusu atıyor. Medya sorumlusu da bütün bu organizasyonun, medya işlerinin sorunsuz bir şekilde işlemesinden sorumlu. Tabi bunu da belli kurallar çerçevesinde yapıyor. Mesela maçtan iki gün önce maçın yapılacağı şehirde olmak lazım. Organizasyon çalışmalarını yakından takip etmek, hazırlıkları tamamlamak ve tüm detayları düşünmek lazım. Maçtan bir gün önce basın toplantılarının düzenlenmesinden tutun, maç sonundaki röportajlara kadar hepsinden biz sorumluyuz. Akreditasyon kartlarından, basın tribününün sorunsuz bir biçimde işliyor olmasına kadar her şey aslında. Yani medya operasyonunun bir aksaklığa uğramaması için çalışıyoruz.

TamSaha dergisi ve TFF'nin internet sitesi oluşturulmaya başlandıktan sonra o dönemde edindiğiniz tecrübelerin, bu günlere nasıl katkısı oluyor? Yoksa tamamen birbirinden farklı iki meslek gibi mi...

Hayır tamamen bağımsız olduğunu söyleyemem. Oradaki tecrübelerimin bana çok katkısı oluyor. Medyayla nasıl konuşulması gerektiğini, nasıl aramıza mesafe konması gerektiğini hep oradaki deneyimlerimden biliyorum. Tabi bu noktada benim Zeki Çol'a ve Bağış Erten'e çok teşekkür etmem lazım. Çok katkıları vardır benim üzerimde. Tabi aynı şekilde UEFA'ya da teşekkür etmem lazım, daha o zamandan alıp bizi, bütün federasyon basın sorumlularını eğitiyordu, seminerlere sokuyordu. Edindiğim her deneyimin bana büyük katkısı olduğunu söyleyebilirim.

Milli Takım'la seyahat ettiğiniz dönemden aklınızda kalan unutamadığınız bir anı var mı? Futbolcularla ya da teknik direktörlerle?

O kadar fazla anı var ki... Aslında kendime de hep kızıyorum keşke bunları bir kenara not etseydim diye. Ama benim en unutamadığım maç deplasmanda oynayıp 4-1 kazandığımız Yunanistan maçı. Zaten gergin bir maçtı, Türk gazeteciler oraya gitmiş Yunan gazetecilerle bir arada oturuyor. Türk gazetecileri de bir sıraya dizdiler. O sıranın bir ucunda güvenlik görevlileri oturuyor, diğer ucunda da ben. Benim de yanımda bir, iki tane güvenlik görevlisi var ama Yunan seyircilerle iç içeyim. Bizim takım dördüncü golü atınca haliyle bizim bütün gazeteciler ayağa kalkıp sevindi. Yani deplasmanda, Olympiakos'un sahasında son Avrupa Şampiyonu'na dördüncü golü atıyorsun sonuçta... Tabi öyle olunca orada bir kargaşa çıktı. Benim üzerime birileri uçtu, bağırış çağırış. Bunun dışında bir de ilk gittiğim Danimarka maçını unutamıyorum. Maç günü sabah statta organizasyon toplantısı var. Ben de daha ilk kez gidiyorum yani maç toplantısı nedir, ne yapılır hiç bilmiyorum. Neyse toplantı başladı, birisi "Türkçe bilen anonsçu yok" dedi. Birden bana dönüp, "Ee İlker hadi sen ol" dediler. Zaten heyecanlıyım ilk maçım, bir de anonsçuluk yaptırıyorlar koskoca Parken Stadı'nda! Ne yazacağım, ne okuyacağım hiç bilmiyorum. Tabi Nihat golü atınca direkt doğaçlama olarak yaptım sevincimden. Ertesi gün de annemle konuştum, "O ses bana çok tanıdık geldi" diyor telefonda.

Bir de Alex Ferguson'un tercümanlığını yapmışsınız sanırım. O olay nasıl gelişti?

Federasyonda yeni başlamıştım çalışmaya. Fenerbahçe, Kadıköy'de Manchester United ile oynayacaktı. Tuncay'ın üç gol attığı maç... Neyse benim Danimarka maçında tercümanlık yaptığımı duymuşlar, zaten başka maçlarda da yapmıştım. Oraya çağırdılar. Federasyon da izin vermişti. Maçtan önce Alex Ferguson'un yanına gittim "Sir, siz İskoçsunuz, ben Türk. Biraz yavaş konuşursak, çok daha iyi bir iletişim sağlayabiliriz" dedim. Bana bakıp şakayla karışık, "Ne yavaş konuşacağım yaa" dedi. O günü de unutamam.

Türk spor basını hakkında ne düşünüyorsunuz? Oldukça irrasyonel olmasına rağmen kendi içerisinde aslında çok basit ve düzenli işleyen bir sektör..

Şimdi ben öncelikle bunu Türk spor basını diye ayırmıyorum. Genel bakmak lazım. Bütün olayları geneli itibariyle irdelemek daha doğru olur. Ancak benim anlayamadığım tonlarca şey var. Ben bazı programların neden bu kadar rating aldığını çözemiyorum. Aslında rating sistemini çözemiyorum. Bütün televizyon kanalları bir tane trene binmiş durumdalar ama o trenin doğru yere gidip gitmediğinden haberdar değiller. İleride bir köprü var zannediyorlar ama o köprü yoksa hepsi birden çakılacaklar bir noktada. Çok kapalı bir ölçüm sistemiyle, garip bir program yapma biçimi var Türkiye'de. Örneğin birisi çıkıyor, diyor ki, "Transfer haberleri çok sattırıyor spor gazetelerine". Doğru, olabilir. Ama bu sizin yalan yazmanızı gerektirmez. Tabi ki transfer dedikodusu diye bir şey vardır ama transfer hayalleri ve transfer imkansızlıkları tadında gazeteler çıktığı zaman o gazeteler kendi saygınlık ve inandırıcılıklarını bence sıfıra indiriyor.

Mesela İspanya'da yerel medya çok kuvvetli. Her takımın neredeyse kendi gazetesi, kendi TV kanalı var. İtalya'da iş biraz daha sponsorlara ve medya patronlarına bağlı. Türkiye'de ise basına bakınca sürekli bir kaos hali var. Anlam verilemez bir karmaşa söz konusu. Sizce Türk spor basını nereye doğru gidiyor?

İşte dediğin gibi önünü göremiyorsun. Bugün sabah işe giden bir gazeteci akşam işine sahip olup olamayacağını bilmiyor. Örneğin Akşam gazetesinde çalışan ve aylardır paralarını alamayan arkadaşlarımız var. Fakat Akşam gazetesinin patronu milyarlarca dolar para verip elektrik ihalelerini kazanabiliyor. Bu kadar düzensiz ve kendi içinde çelişen bir ortam olamaz. Kimse kimsenin hakkını savunmuyor, kimse başkalarının da haklarına sahip çıkmıyor. Bu sorunlar gerçekten sürekli göz ardı ediliyor. Mesela şöyle bir şey var, eskiden uçağa bindiğinizde gazete servisi sırasında uçağın ortasına gazete gelmezdi. Şimdi geliyor. En arkaya otur yine her çeşit gazeteden var. Şu anda da aynı sayıda gazete koyuyorlar uçaklara. Bence artık insanlar eskisi kadar gazete okumak istemiyorlar. Geçen gün İngiltere'de çok güzel bir inisiyatif gördüm. Firmaların yolladığı basın bültenlerini aynı şekilde basan gazeteleri ifşa ediyorlar. Bizde de böyle bir denetleme sistemi kurulması gerekiyor. Bu kadar reklam odaklı olunmaz. Tamam gazeteler reklamla dönüyor ama bir noktada da bunu denetleyen bir kontrol mekanizması lazım.

Günümüzde bilgi akışının hızı çok arttı ve bu da daha fazla bilgiye maruz kalmamıza yol açıyor. Aynı durum dezenformasyonu körükleyip yanlış kaynaklardan alınan yanlış bilgileri bir anda gündemi birinci maddesi olmasına yol açıyor. Gazetecilikte internetin kullanımının avantajları ve dezavantajları neler?

İnternet çok verimli bir yer olabilir. Doğru kullanıldığı zaman gazeteler için bence bulunmaz bir fırsat. Özellikle fikr-i takip açısından büyük önem taşıyor. Ancak dediğim gibi bunun da doğru kullanılması lazım. Siz basılı gazetenizi son derece güzel hazırlayıp, internet sitenizi yarı erotik bir site yapıyorsanız kendinizle çelişiyorsunuz demektir. İnternet bu şekilde kullanıldığı zaman ters teper ve bir anda elinize yüzünüze bulaştırabilirsiniz. Çok fazla kişiye ulaşayım derken bir noktadan sonra saygınlığınızı yitirirsiniz. "Tirajım neden 100.000'de kalıyor" diye yakınan bazı gazeteler önce kendi internet sitelerini sorgulamalılar. Tabi internetle, basılı yayın organınızı doğru bir şekilde kullanınca da Guardian oluyorsunuz. Guardian'a bakın, hem sosyal medyayı inanılmaz derecede iyi kullanan hem de basılı olarak mükemmel hizmet veren bir yayın organı. Üstüne üstlük yazarları ön plana çıkarmadan müthiş görüş yazıları yayımlıyor. Bizdeki en büyük problemlerden biri de bence köşe yazarları. İnsan düşüncesi önemlidir ama o kadar da önemli değil. Bir kaynaktan, ajanstan veya haber havuzundan haberler yayınlayıp çok da parlak olmayan köşe yazılarına yer verirseniz o tirajı arttırmak olur. Muhabirlerin bu kadar hor görüldüğü, haklarının korunmadığı, önemsenmediği bir basın daha var mı bilmiyorum.

Yabancı basın mensuplarıyla da sürekli bir aradasınız. Türk basın mensupları en çok futbolcularla röportaj yapamamaktan yakınıyor. Yurt dışındaki gazeteciler bu tip durumlardan yakınıyor mu? Avrupa'da ne tip problemler yaşanıyor?

Evet bu olaydan gazeteciler çok yakınır ancak kulüpler her zaman kontrollü olmak zorunda. Bu anlaşılır bir şey benim için. Çünkü kulüpler eskisi gibi sadece haftada bir maç yapan yapılar değil. Fakat bu medyaya malzeme vermemeleri anlamına da gelmemeli. Kulüplerin web siteleri maalesef Türkiye'de iyi kaynaklar olamıyor. İşte bu olmadığı sürece medya da şikayetçi olmakta haklı. Siz bir tane bülten hazırlayıp medyaya verince ve medya da onu basınca bu sizin iyi iletişim kurduğunuz anlamına gelmez. Şöyle bir örnek vereyim mesela bugün maçtan sonra Benficalı oyuncular mixed zone'dan geçecekler, hangi Benficalı oyuncuların konuşacağı, hatta neler söyleyeceği hemen hemen bellidir. Ancak Türkiye'de mesela mixed zone kaldırıldı. Oyuncular direkt olarak soyunma odasından çıkıp, arka kapıdan otobüse biniyorlar. Bunu tamamen kaldırmak bence çok doğru olmadı. Daha farklı çözümlere gidilebilirdi. Bu ayrı, çok uzun ve detaylı bir tartışma. Kulüpler medyayı kontrol etmek ister. Bu şekilde doğabilecek büyük krizleri engelleyebiliyorlar çoğu zaman. Ancak bu kadar korumacı olurken kendi kıymetlerini düşürüyorlarsa bir kere daha düşünmeleri gerekiyor bence. Tabi Türkiye'de şöyle bir şey de var, "Ya hadi idmanı kapatın" ya da  "Kapalı idman yapın da oraya kadar gelmeyelim "diyen gazeteciler de var. Şimdi bu da olacak iş değil. Böyle olunca o ülkedeki kulüp de ona göre davranıyor haliyle..

Sizce spor basını nasıl olmalı? Herkesin spor basınının nasıl olması gerektiğiyle ilgili bir fikri var ama uygulamada hep sıkıntı yaşanıyor. Bir futbolsever olarak İlker Uğur'un hayalindeki spor basını nasıl?

Spor basınının nasıl olması gerektiğini söylemek benim haddim değil ama bir futbolsever olarak düzgün yazılmış maç yazıları, tarafsız görüşler ve evrensel doğrular üzerinde hemfikir olan bir basın görmek benim hayalim. Ama siz daha en temel şeyleri eğip, büküp, bütün doğruları tuttuğunuz bir kulüp lehine çevirirseniz, bir paragraf içinden bir cümleyi çekip onu manşete taşıma peşinde koşarsanız bu manipülasyona girer. Medya kurumu çalışanı olarak sahip olduğunuz gücü kişisel çıkarınıza kullanıyorsanız buna da karşıyım.

Takip ettiğiniz bloglar var mı? Sosyal medyayı ne ölçüde kullanıyorsunuz?

Sosyal medyayı çok kullanıyorum. Yani "gazeteler öldü, gazetecilik bitti" gibi klişe laflar kullanmak istemiyorum ama gazetecilik çok büyük biçimde şekil değiştiriyor. Bence mesela herkesin bir Twitter hesabı olmalı. Kendimi Twitter sayesinde dünyaya çok bağlı hissediyorum. Gazeteciler, haber kaynakları, blog yazarları hepsi orada sonuçta. Eskiden blogları ve gazeteleri her gün takip ederdim ama şimdi Twitter'dan direkt linkleri bulup öyle okuyorum önemli bulduklarımı. Aslında tek yaptığım da bu. Bülent Timurlenk'in blogunu (Aceto Balsamico) tabi ki takip ediyorum. Odur bu işlerin başlangıcı. Onun mesela daha sık yazmasını isterim. Ozan Şişli şimdi çok iyi bir bloga (Vursam Gol) başladı, son zamanlarda onu takip ediyorum. Ben blog yazarları ve sosyal medyada yazan insanların bir şekilde ödüllendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Yani bu insanları ya ekonomik olarak destekleyecek ya da onları daha çok yazmaya teşvik edecek bir sistem oluşturulması lazım. Blog İdman Yurdu gibi inisiyatiflerin daha çok desteklenmesiyle de olabilir bu. Bunun sebebi de şu, bir gazeteci bir gazeteye iki paragraf haber koyuyor, belki de yalan yanlış bir haber, örnek vermek gerekirse Mourinho ile Demirören arasındaki konuşmayı yazıyor, Jordan ile röportajı yazıyor, Aguero’yu Türkiye’ye getiriyor ya da bizim federasyonda kaybolan kediyi yazıyor, ancak bu haberin bir blogda yazılmış maç hikayesinden ya da kaynaklarıyla belirtilmiş doğru bir haberden daha değerli olduğuna inanmıyorum. Gazetede yazıyor diye bir şeyin doğru olduğuna inanan tuhaf bir toplumsal mekanizmamız var. Bunu artık bir şekilde aşmamız gerekiyor. Bunun başlangıç noktası da bana göre spor blogları olabilir. Ya da tweet atanlar, ya da facebook'ta grup kuranlar.. Tabi sosyal medyada yazanların da çok dikkat etmeleri gerekiyor. Mesela çok doğru noktalara temas eden yazarlar var, çok da esprili ve mizahi yönü kuvvetli, çok iyi gözlem yapıyor, müthiş maç yazıları yazıyor, bir an geliyor ve Barcelona - Real Madrid maçı yüzünden Twitter'da birbirlerini yiyorlar. Bunu da anlamakta güçlük çekiyorum. Bir de sosyal medyada yazanlarla ilgili şöyle bir durum var, herkes her sporda uzman. Yani, "Bugün futboldan konuşup yarın NBA yazayım öbürküsü gün curling, gelecek hafta da bowlingden yazayım" durumu bana anlamsız geliyor. Bir başka sorun da şu Twitter'la ilgili; mesela sen Madrid'den bir sürü şey yazıyorsun, aynı tweeti beş dakika sonra başkasından görüyorum. Yani retweet etsen ne olur? Bu kötü bir şey değil, bu seni yücelten bir şey aslında. İtibar transferidir bu.

Futbolun içerisinde çok fazla yer alan biri olarak boş zamanlarınızda futboldan kaçmaya çalıştığınız oluyor mu? Çok sevmenize rağmen, "yeter artık futbol izlemiyorum" dediğiniz anlar var mı?

Şöyle söyleyeyim ben en son Lig TV aboneliğimi iptal ettirdim. Bunun sebebi benim işin içinde bu kadar fazla olmam değil, maalesef başka sebepler. TFF’de çalışmasaydım futbolu daha çok sever miydim? Zannetmiyorum. Zaten çok seviyorum. Benim bu oyundan kaçmaya çalıştığım anlarda sebep benim mesleki deformasyonumdan çok dış etkenler oluyor. Bir maçın fazla büyütülmesi, örneğin Galatasaray-Fenerbahçe, Barcelona-Real Madrid. Holiganlığa kaçan taraftarlık. Bir de Türkiye liginin yurt dışına pazarlanmamasını hiç kabul edemiyorum mesela. Bizim ligimiz iyi bir lig ama bir kötülemedir gidiyor. Bu tip durumlar beni uzaklaştırıyor.

Maç organizasyonları sırasında UEFA'nın işi asla şansa bırakmadığına eminim. Türkiye'de insanların sahaya girmesinden tutun, maçı sağlıklı koşullarda izlemesine kadar bir sürü sorun yaşanıyor. En son Türk Telekom Arena stadının açılışında problemler yaşanmıştı. Maçın bitimine 10 dakika kala seyircilerin stadı yavaş yavaş boşaltmaya başlamasını duyuran anons herhalde bir tek Türkiye'de olur. Dışarıdan bakınca Türkiye'de bu işler profesyonelce yapılmıyor gibi bir his oluşuyor insanın içinde...

Aslında yapılıyor. Burada, Lizbon'da maçtan önce ne konuşuyorsak Türkiye'de de yapılıyor aynısı. Bütün listeler UEFA standartlarına göre hazırlanıyor. Ama eninde sonunda iş insan faktörüne dayanıyor. Aslında Portekiz'de de işler çok aksak. Mesela Portekiz ligi maçında burada Porto'yla Benfica oynayacak, Porto maçın başlamasına 20 dakika kala veriyor esame listesini. Normalde 75 dakika kala teslim edilmesi gerekir. Yerel liglerin hepsinde aslında var bu ufak tefek aksaklıklar. Ancak UEFA kendini o kadar iyi konumlandırmış ki ister Şampiyonlar Ligi, ister Avrupa Ligi maçı olsun, stada üzerinde UEFA amblemli birisi geldiği zaman inanılmaz saygı görüyor. İşler hiçbir zaman aksamıyor. Bunun öyle olmasının sebebi UEFA'nın kendisini kulüplere karşı konumlandırma biçimi. Stat boşaltma olayıyla ilgili olarak da tabi ki federasyon, yetkilileri uyarıyordur ama bana göre Galatasaray kulübünün o stadı açması büyük bir riskti. Çünkü o stadyum bitmedi hala. O stadı 15 Ocak'ta açmak büyük sorunlar yaratabilirdi. Belki açılması için beklenebilirdi ama araya bazı ticari faktörler de girdi, stadın kombinelerini 1,5 sezonluk sattılar. Hal böyle olunca da mecburen açıldı ve bu ulaşım sıkıntıları yaşandı.

EURO 2016'yı neden kazanamadık? Tek suçlunun Platini olduğuna inanmıyorum. Ve Türkiye bu tip büyük bir organizasyona ne zaman ev sahipliği yapacak?

Olmamasının bir sürü sebebi var tabi ki. Biz de bunu çok irdeledik, hatalarımızı analiz ettik. Ben 13 oyun altısını almamızın başarı olduğunu düşünüyorum. Bizim bu işte ne kadar ciddi olduğumuzun da göstergesidir. Peki bundan sonra olur mu? Bence olacak. 2020 Avrupa Şampiyonasına adayız ve bence onu kazanacağız. Onunla ilgili de şimdiden çalışmaya başladık. En son aldığımız U-20 Dünya Kupası, UEFA Kongresi ve Bayanlar U-19 Avrupa Şampiyonası hep 2020'ye yatırım aslında. Tabi biz de federasyon olarak daha büyük organizasyonları istiyoruz. Bunun ilk adımı da 2020 ve adaylık çalışmalarının da 2013 yılında başlaması bekleniyor. Kararı da 2014’te verilecek. Biz şimdiden çalışmaya başladık.

EURO 2016 adaylığında Trabzonspor ve Fenerbahçe taraftarları aday stadyumlar arasında kendilerininkini göremeyince epey isyan etmişlerdi. Aday stadyumlar aralarında olmamalarının sebebi nedir?

Biz Trabzon'u aramıştık o dönemde. Şehir içinde raylı sisteme ne zaman geçeceklerini sorduk. Oradaki yetkili bize 2030 yılından önce öyle bir projeleri olmadığını söyledi. Ayrıca Trabzon havaalanındaki terminal çok ufaktı ve uçak park yeri yeterli değildi. Oraya 100.000 taraftarı nasıl taşıyacaksınız? Karadan demir yolu ile de ulaşım sağlanamıyor. Şimdi yeni bir terminal binası yapıldı bildiğim kadarıyla. Stat çalışmaları da hızlandı. Fenerbahçe'ye gelince UEFA bize her şehirden en fazla iki stadyum olabilir dedi. İstanbul'da Olimpiyat Stadı 70.000 kişi kapasitesinin üstünde ve almama gibi bir durum olamaz. Türk Telekom Arena'da daha yeni ve daha modern bir stadyum. O yüzden bu iki stadı seçmiştik. Bir de bu tip adaylıklarda en iyi dosyayı vermeniz gerekiyor. Bunu da göz önünde bulundurmak lazım. Biz Fenerbahçe Stadı’nda çok başarılı bir UEFA Kupası Finali organize ettik. Bu noktalara gelmemizde o finalin önemi yadsınamaz. Keza 2005 UEFA Şampiyonlar Ligi Finali ve U17 Avrupa Şampiyonası’nın da

Türkiye'de EURO 2016 ile ilgili, "Yahu biz almayalım, altından kalkamayız zaten" gibi yorumlar da yapılmıştı. Bu yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bu tip organizasyonlar çok büyük organizasyonlar. Sonuçta 24 takım gelecek ve 8-9 şehirde yapılacak. 2 milyon ek turist bekleniyor. Mesela U-20 Dünya Kupasına da 24 takım gelecek ve 8-9 şehirde yapılacak. Bu organizasyon federasyona büyük organizasyonlar deneyimi kazandıracak. Sonuçta atom mühendisliği yapmıyoruz ya da nükleer santral de inşa etmiyoruz, sadece sorunsuz bir biçimde turnuvayı organize etmek gerekiyor. Bunun için de minimum kapasitesi 30 bin olan statlar, düzgün şehirlerarası ve şehiriçi ulaşım ve iyi konaklama imkanları gerekiyor. Biz bunları yaptıktan sonra organizasyonu sorunsuz bir biçimde hallolmaması gibi bir durum yok. Bizim şehirlerimiz Ukrayna'dan veya Polonya'dan daha iyi. Bir sorun çıkacağını zannetmiyorum.

Biraz saha içine dönelim. İlker Uğur'un tuttuğu veya sempati duyduğu takım(lar) hangisi? Nasıl başladı?

Ben Galatasaraylıyım. Babamdan geliyor Galatasaraylılığım. İlk gittiğim maç İzmir Atatürk stadında Altay'a karşı oynanmıştı. O zamanlar maçtan önce Paf takımları karşılaşırdı. Galatasaray paf takımında yaşlıca bir futbolcu vardı, frikikten çok güzel bir gol atmıştı, maçı da Galatasaray paf takımı 2-0 kazanmıştı. Aynı maçtan sonra Galatasaray A Takımı Altay’a yenilmişti. Galatasaray ile ilk hatırladığım anım budur. Tabi İzmirli olduğum için bir dönem Altay tribününe de çok gittim. Orta okulda ve lisede sürekli takip ederdim Altay'ı. O zamanlar Altay başkanı şimdiki federasyon başkanı Mahmut Özgener'di. Avrupa'dan ilk olarak tutmaya başladığım veya sempati duyduğum takım hangisi bilmiyorum ama ilk hatırladığım turnuva 1990 Dünya Kupası. Benim futbol sevgimi doğuran turnuva o olmuştur. O sene bir de ben sünnet olmuştum yataktan kalkamıyordum, ekran başında Dünya Kupası izleye izleye sevmiştim futbolu. Schillaci’nin golleri hala aklımdadır. Babama anlatırdım akşamları.

TFF'de veya UEFA'da çalışmak isteyenlere ne gibi bir tavsiyeniz olur?

Tabi çok kapsamlı bir soru bu. Futbolu sevmekten çok futbolu öğrenmeyi istemek gerekiyor. Organizasyon işini sevmiyorsanız bu işe girmek çok saçma olur. Herkes hayal eder işte TFF'de çalışmak mükemmeldir, sürekli milli futbolcularla iç içesin, her maça bilet gelir vs. vs. Yani ben şöyle söyleyeyim TFF çalışanlarının %95'i milli takım oyuncularını yakından görmemiştir. Çok apayrı işler var. Çok uzmanlık gerektiren departmanlarımız var. Futbolun ince detaylarını, talimatlarını, statülerini öğrenmek isteyenlere, saha içiyle çok ilgisi olmayacak kişilere bu işleri tavsiye ederim. Bir de tabi futbolla aranıza mesafe koymanız ve tarafsız bakabilmeniz gerekiyor bence. Sürekli öğrenmeye devam edeceğiniz bir iş.

İki senedir Benfica'yı takip ediyorsunuz ve takım inanılmaz bir çıkış içinde. Ayağınız uğurlu geldi sanırım. Gelecek sezon daha büyük takımlardan transfer teklifi bekliyor musunuz?

[Gülüyor] Geçen gün milli takımlarla kaç maça gittiğimi, çalıştığımı ve maçların hangilerini kazandığımızı hesapladım. Milli takım en fazla 8 mağlubiyet almış 80 maçta. Milli takım kariyerim de iyi yani. Benfica ve Marsilya ile bu benim toplamda sekizinci maçım yedi galibiyet görmüşüm, bir tane mağlubiyet . O da Schalke'ye karşı alınan mağlubiyet. David Luiz'in frikiği girse o maç da dönecekti. Gerçekten de ayağım şanslı geliyor sanırım. Ama ben burada mutluyum, tabi profesyonel bir futbolcuyum ve her an başka yere de gidebilirim [Gülüyor]